Obidos’un serinlikle sıcağı aynı anda üfleyen duvarları onca yıl hiçbir şey olmamış gibi bekliyor, olduğu yerde. Geçtiğimiz pazar Obidos’un taş döşeli dar sokaklarında bitişik nizam sıralı, kapı kenarları sarı-mavi şeritlerle çerçevelenmiş beyaz evlerin birinde yaşayan arkadaşlarımızı ziyaret ettik. Evin sokağa bakan cephesi böğürtlen salkımlarıyla gölgelenen taş bir havuz doğurmuş, içinde ışıl ışıl turuncu Koi balıkları yüzüyordu. 1500’lü yıllarda 150 kadar insanın yaşadığı bir yerleşim yeri olan köy uzaktan bakıldığında küçük beyaz evleriyle bir Ege’yi andırıyor, aynı zamanda kaburgalı tonoz çatılarıyla yükselen gotik kiliseleri ve uzun kale duvarlarıyla ortaçağ Avrupa’sına ait pitoresk bir manzara sunuyordu.
Portekiz’in yerel tatlısı “pastel de nata” yerken bir yandan Portekiz’in bize kattığı ve bizi uğraştırdığı konulardan söz ettik. Yine de ağız birliği etmişcesine “Çok güzel” diyorduk aralarda; “Ama Fethiye daha güzel, ama Antalya daha güzel, ama İstanbul daha güzel, ama Adalar daha güzel!” Sonra aniden Obidos surlarından kayan sessizliğe benzer bir his bize dünyanın başka bir yerinde olduğumuzu hatırlatıyordu. Birer kahve içtikten sonra yürüyüşe çıktık.
PORTEKİZCE MESELESİ
Kafelerde yüzünü güneşe çevirmiş oturan mutlu turistler görüyorduk ama sadece turistlerle değil, iklimi ve mütevazı yaşam imkânlarıyla her geçen gün yabancı nüfusu artan bir ülke Portekiz. Buraya çocuklarıyla göç eden insanların aklındaki en önemli meselelerden biri yabancı dil konusuydu. Çocukların dil öğrenme yeteneklerine ilişkin hayranlıkla dolu yorumlarımız hiçbir sohbetten eksik kalmıyor, o gün de öyle oldu. Aslında çocuklar dili değil, iletişimi öğreniyordu. Dilbilgisinden önce sesleri ağızdan çıkarmayı deniyorlardı. Önlerinde yazılı materyal yoktu, sadece sesler ve ünlemler dünyasıydı onlarınki. Çocukken sahip olduğumuz bu şahane yetiyi nasıl savurganca kaybediyoruz ve yetişkinliğin her basamağında nasıl da sınırlıyoruz; anlayışımızı, bilincimizi, mutluluğu bile. Bazı önermelere bağımlıyız, örneğin paranın mutluluk getireceği gibi, başarının çok önemli olduğu gibi ya da çocukları eğitilmesi gereken varlıklar olarak görmek gibi. Eğer ortada bir bilgi varsa bu yalnızca çocuklardan bize doğru gelebilirdi, yetişkinden çocuğa değil. Günün sonlarına doğru yaklaşırken köye 10 dakika mesafedeki Dom Carlos I Parkı’na gitmeye karar verdik, arkadaşlarımız yolda bizi oranın güzelliğine hazırladılar.
DOM CARLOS I PARKI
Park tahmin ettiğimden daha büyük ve zengindi. Kumlu patikanın sonunda yeşil bir gölün çevrelediği taş bina üç blok halinde yükseliyordu. Biraz yaklaşınca buranın terk edilmiş bir harabe olduğunu fark ettik. Harabeye dönüşmek bu heybetli yapının kendi tercihiymiş gibi duruyordu. Kendisine kimsenin dokunmasını istememiş, kendi kendine koparak, eksilerek, kırılarak yok olmayı dilemişti. Görünen o ki dilekleri kabul oluyordu.
Çocuk parkının hemen arkasında bir kalabalık fark ettik. Bir panoya Obidos köyünden manzara resmi gerilmişti. Yeşil plastik sandalyeler yüksekçe kurulmuş sahneye dönük dizilmiş, belki yan yana 10’ardan arka arkaya 8 sıra olmalıydı. Sandalyelere yerleşip beklemeye başladık. Neyi beklediğimizi bilmiyorduk. Yöresel kıyafetler giymiş göstericiler sahneye çıkmak için hazırlık içindeydi.
Müziğin çağrısıyla bir köy kompozisyonu kuruldu: Önce müzisyenler akordeon, viyola, mandolin, trompet, adufe (bir çeşit tef) ve kastanyet çalarak sahneye dizildi. Güneş tepemizi dolduran ağaçların arasından göz kırparken rüzgâr hâlâ esintiyle sıcağı aynı anda taşıyordu. Bir üşüyor, bir sıcaklıyorduk. Ardından kadın ve erkek dansçılar çember oluşturarak çift yönlü bir dansa başladılar. Dans çiftleri sürekli birbirleriyle eşleşecek şekilde sağ ve sol dönüşlerle sekiyor, vals adımlarıyla tam ve coşkulu bir akış oluşturuyorlardı. Kadın dansçıların eşarpları ve kabarık astarlı jüpon etekleri onlar döndükçe uçuşuyor, erkekler yüzlerindeki sarhoşluk kırmızılığını gölgeleyen geniş şapkaları altında onlara eşlik ediyordu. Sahnenin sağ ve sol köşesinde oturan iki yaşlı kadının biri buğday ayıklıyor diğeri elindeki kumaşa teyel atıyordu. İki küçük kız ise ayaklarını sahneden aşağı sarkıtmış gülüşüyor, şarkıya eşlik ediyordu.
‘TEMBELLERİN DANSI’
İzlediğimiz koreografik şiirsel dans, kökleri 16. yüzyıla dayanan, Portekiz’in en eski ve popüler danslarından biri olan “Vira” dansıydı. Bu dans tembelliği kutsuyordu ve dansçılara folgadores (tembel) deniyordu çünkü izin günlerinin başladığı cuma akşamından pazara kadar durmadan dans ediyorlardı. Özellikle Obidos bölgesine ait türü ise “Vira das Sortes” olarak geçiyor.
Lizbon’un karşıma sürekli bir sürpriz çıkarmasına alışmıştım, beklenmedik şekilde Obidos’un da güzel bir geleneğine tanık olduk. Sessiz doğanın ortasında karşımızda bir yarık gibi açılan müziğin sözleri yüreklendiriciydi: “Kendinizi büyüsüne kaptırın/ Bu fantastik dünyanın/ Sen, harekete geçen kahramansın!”