Gündem

Celâl Üster: ‘Daha özgür bir çocuk edebiyatından yanayım’ Y. Bekir Yurdakul’un söyleşisi...

‘Çeviride, her kitapla başka bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Ama önünde sonunda o yolculuğa yazar olarak değil, çevirmen olarak katılıyorsunuz. Elinizdeki bir çocuk kitabı da olsa, o yazarın boyutlarını aşıp yazarlığa soyunmamalısınız.’ diyen Celâl Üster’le 60 yılı bul

Celâl Üster: ‘Daha özgür bir çocuk edebiyatından yanayım’ Y. Bekir Yurdakul’un söyleşisi...
07-11-2024 00:09
İlk çevirisi 60, çocuklar için dilimize kazandırdığı ilk yapıt 43 yıl önce yayımlandı. 20’si çocuklar için olmak üzere dilimize özenle çevirdiği yapıtların sayısı 100’ü buldu. İşte o 20 kitap: Homeros’tan İlyada, Odysseia; Oliver Jeffers’tan Can Kayboldu Bulundu, Uçtu Uçamadı; Roald Dahl’dan Cadılar, Koca Sevimli Dev, Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Charlie’nin Küçük Cam Asansörü, İrikıyım Timsah; Isaac Bashevis Singer’dan Keçi Zlate ve Başka Öyküler; Maurice Sendak’tan Vahşi Şeyler Ülkesinde; L. Frank Baum’dan Oz Büyücüsü; Charles Dickens’tan Noel Şarkısı; Howard Griffiths’ten Sihirli Karpuz, Cadı ile Maestro, Orkestra Fareleri, Uçan Orkestra; James Joyce’tan Kedi ile Şeytan, Kopenhag’ın Kedileri ve son olarak J. M. Barrie’den Peter Pan.

‘Çeviride, her kitapla başka bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Ama önünde sonunda o yolculuğa yazar olarak değil, çevirmen olarak katılıyorsunuz. Elinizdeki bir çocuk kitabı da olsa, o yazarın boyutlarını aşıp yazarlığa soyunmamalısınız.’ diyen Celâl Üster’le 60 yılı bulan çeviri emeğini, özellikle de çocuk yazını alanındaki çalışmalarını konuştuk.

- Sayın Üster, baştan başlayalım isterim. Edebiyat yapıtlarını Türkçeleştirmeye nasıl yöneldiniz? “Çevirmen” olarak bilinmenizi sağlayan bu yolculuğa rastlantıyla çıkmadınız sanırım. Sizi bu alana çeken ne oldu?

Doğrusu, başlangıçta, beni çeviri uğraşına çeken belirli bir şey olduğunu anımsamıyorum. Ama ortaokul sonda, lise birde falan kendimi edebiyatın içinde bulmuştum. Bunda, kuşkusuz, resmi ders izlencesini zerre kadar umursamadan bize gerçek edebiyatı olanca şenliğiyle anlatan hocam Tahir Alangu’nun payı vardı. Örneğin, Baki’yi anlatmaya “Onun lakabı Kargazade’ydi.” diye başlardı. Meğer babası Mehmed Efendi, Fatih Camii’nin müezzinlerindenmiş ve sesi çok kötüymüş.

Tabii, o yaşlarda, hocanız derse aruz ölçülerinden değil de, böyle şaşırtıcı bir cümleyle başlayınca hemen kulak kesiliyorsunuz! Tahir hoca, izlencede olmamasına karşın, Maupassant’dan, Çehov’dan da söz açar, kısa öykünün bu iki ustasının üsluplarından söz ederdi.

O yıllarda özellikle Rus edebiyatını Hasan Âli Ediz’in, Nihal Yalaza Taluy’un çevirilerinden Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Turgenyev’i, Gogol’ü oburcasına okuduğumu anımsıyorum. Ertesi gün matematik sınavı var ama ben bütün gece Budala’yı okuyorum! Kimileri “budalalık” olarak görebilir. Ama o “budalalığı” hâlâ sürdürüyorum…

Diyeceğim, edebiyat tutkusuyla başladı her şey. Okuduğum yazarlarla çıktığım ruh ve ten yolculuklarını, bir süre sonra dilimize aktarır oldum.

SHAKESPEARE VE ELIOT’LA BAŞLAMAK

- İlk metni dilimize aktarırken yaşadığınız duygu neydi? O duygu bunca yıldır sizinle gelmiş olmalı ki dilinizden okuduğumuz her metin kuşatıyor dünyamızı…

Yanılmıyorsam, İngiliz Erkek Lisesi’ndeyken, T. S. Eliot’ın “The Love Song of J. Alfred Prufrock” (J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı) adlı şiirini çevirmeye kalkışmıştım. Kısa bir süre sonra da, Robert Kolej’in İzlerimiz dergisine, Shakespeare’in “Shall I compare thee to a summer’s day” diye başlayan “18. Sone”sini çevirmiştim. O sonenin ilk dizesini, “Bir tutar mıyım seni bir yaz günüyle” diye çevirdiğimi anımsıyorum.

Çeviri uğraşına Shakespeare ve Eliot’la başlamak cehaletin cesareti olsa gerek. O şiirleri dilimize aktarırken elbette çok heyecanlıydım. Ürkerek çevirdiğim dizeleri silip silip düzeltiyor, çekinerek arkadaşlarıma okuyordum.

- Gerek okul yıllarında gerekse çeviriye yöneldiğiniz günlerde size yön veren hocalarınız ve çeviri ustalarınızı da analım mı?

Tabii, ilk ağızda Memet Fuat’tan söz etmeliyim. O sıralar Yeni Dergi’nin ve de yayınevi’nin başında olan Memet Fuat dergisinde ilk çevirilerimi yayımladı. Yayımlamakla kalmadı, beni bu uğraşa özendirdi. Çevirdiğim öyküleri, denemeleri titizlikle gözden geçirip beni hiç kırmadan eleştirerek, daha iyisinin nasıl yapılacağını göstererek. Ona gönül borcum büyük.

Elbette, Sabahattin Eyuboğlu, Akşit Göktürk gibi örnek aldığım pek çok çevirmen var. Ama hocam Cevat Çapan’ın bende bambaşka bir yeri olduğunu her zaman söylemişimdir. Başta şiir çevirileri olmak üzere tüm çevirdikleri bana hep yol gösterdi.

İYİ ÇEVİRİNİN ANAHTARI

- Çocuk yazını alanında da çevirideki imza Celal Üster’se -izninizle belirtmek isterim- o yapıt için güven duygusu oluşuyor okurda / bende.

“1970’lerin sonları olmalı. Bir kış günü.”1 The Iliad and the Odyssey’i (İlyada ve Odysseia), “Homeros’un o ölümsüz destanlarının çocuklar için uyarlanmış öyküleri”nin İngilizcesini okuyup anında -bir arkadaşınızın iki buçuk yaşındaki çocuğuna- Türkçe söylediğinizi biliyoruz. Yakaladığınız bu güven duygusunun kaynağı, dayanağı nedir?

Çevirdiğiniz bir yapıtta sizin Türkçenizle tanışan çocuklar ne düşünsün, ne hissetsin istediniz?

Evet, çocuk edebiyatı alanındaki çevirilerime böyle kendiliğinden, çok hoş bir rastlantıyla başladım. Çocuklar için yaptığım çeviriler okurlarda bir güven duygusu oluşturuyorsa, bunu çocuklara duyduğum saygının büyüklere duyduğum saygıdan daha az olmamasına borçluyum.

- Bu yapıtı Türkçe söylediğinizde çocuk yazını türünde de bunca yapıtla çocukların dünyasında yer almayı düşlemiş/ tasarlamış mıydınız?

İlyada ve Odysseia’nın çocuk uyarlamalarını o küçük dostuma uykuya dalması için yüksek sesle çevirirken hiç kuşkusuz, benim için yepyeni bir alana adım attığımın ayırdında değildim. Aslında ben masallarla, çocuk hikâyeleriyle büyümüş biri değilim. O dünyayı çok sonraları, yetişkinlik çağımda çevirdiğim kitaplarla keşfettiğimi söylesem yalan olmaz.

‘YAZARLIĞA SOYUNMAMAK GEREKİR’

- Çocuklar için ilk çeviriniz 1981’de yayımlandı. Çevirdiğiniz 100 kitaptan 20’si çocuk yazını alanında…

Edebiyat, kuramsal yapıtlar ve çocuk yazını… Farklı türde yapıtları dilimize aktarırken yaşadığınız farklı duygular var mı? Örneğin çocuklar içinse çevirdiğiniz yapıt, çeviri yolculuğunuzda bir fark duyumsuyor musunuz?

Evet, çevirdiğim yüz kadar kitabın yirmisinin çocuk edebiyatı alanından olduğunu yakın zamana kadar fark etmemiştim. Geçenlerde tüm çevirilerime bir göz atayım deyince ayırdına vardım. Demek bu alan beni iyiden iyiye içine çekmiş. Farkında bile olmadan çocuk kitapları çevirmeni olup çıkmışım. Çok güzel bir duygu.

Çeviri yaptığınız için, her kitapla başka bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Ama önünde sonunda o yolculuğa bir yazar olarak değil, bir çevirmen olarak katılıyorsunuz. Elinizdeki bir roman da, kuramsal bir yapıt da, bir çocuk kitabı da olsa, o yazarın boyutlarını aşıp yazarlığa soyunmamalısınız. Oradaki duygular da, düşünceler de yazarın düşlediği duygular, yazarın düşündüğü düşünceler. Benim işim, onları en doğru, en iyi biçimde Türkçeye aktarmak.

- Çocuk-gençlik yazını ve yetişkinler için yapıtlar; çeviride bu iki alanda “dikkate alınsa/ alınmalı” dediğiniz temel noktaları da sormak isterim. Ya da var mıdır böyle bir fark? Çocuklar için çeviri çabası farklı, başka duyarlılıklar istiyor mu?

Çeviri konusunda öğüt vermekten de, kurallar koymaktan da her zaman kaçınmaya çalıştım. Çoğu zaman her çeviri kurallarını beraberinde getirir, bazen o güne kadarki çeviri anlayışınızı da değiştirir. Gene de, usta bir yazarın çocuklar için kaleme aldığı bir kitaptaki gizli ciddiyeti, yalınlığı, sözcük tutumluluğunu kavrayıp dilimize aktarmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim.

Kaç yıl önce bir söyleşide Montaigne’in bir gözlemine değinmiştim: “Çocukların oynadıkları oyunlara oyun demek zordur. Çocuklar hiçbir zaman oyun oynarkenki kadar ciddi değildirler.” Kanımca çocuk edebiyatına da böyle yaklaşmak gerekir.

Fotoğraf: VEDAT ARIK

DAHA ÖZGÜR BİR ÇOCUK EDEBİYATI

- Ülkemizin çocuk kitaplarıyla nicel-nitel yolculuğu hakkındaki düşüncelerinizi de bilmek isterim. Çocuklarımız için yayımlanan (telif-çeviri) yapıtları yeterli buluyor musunuz? Telif yapıtları dikkate aldığınızda ülkemiz, çocuk yazını alanında nasıl bir yerde?

Her şeyden önce dilimizde çok zengin bir masal geleneği var. Galiba sözlü gelenekten derlendiği sanılan ilk Türkçe masal kitabı Billur Köşk Masalları. Binbir Gece Masalları türü yapıtlar da bizde hem sevilerek okunmuş hem de Türk halk masallarını çok etkilemiş. Geleneklerimizi hızla yok eden teknolojik hayata karşın, insanlar yüzlerce yıldır birbirlerine, çocuklarına masallar anlatıyorlar. Isaac Bashevis Singer demişti: “Bir ulus masalcılarını yitirirse, çocukluğunu yitirir.”

Çağdaş çocuk edebiyatımız da çok gelişti. Ne ki çocuk kitapları okullar tarafından topluca alındığı ya da salık verildiği ve RTÜK diye bir sansür kuruluşu varlığını sürdürdüğü için, belirli kurallara bağlı kalınmak zorunluluğu doğuyor. Ben günümüzde daha özgür bir çocuk edebiyatından yanayım. Bu, başlı başına tartışılması gereken bir konu.

- Bir yazınızda, “Ben hep çevirmenin bukalemun gibi olması gerektiğine inanmışımdır... Bukalemun gibi, dünyasına daldığı yazarın kılığına, ruhuna bürünmeli diye düşünürüm.”2 diyorsunuz. Kaç ruha büründünüz, kaç renge girdiniz?

Bu durumun yarattığı bir zenginlikten söz edebileceğimi düşünürüm, katılır mısınız?

Gerçekten de iyi çeviri, çevirdiğin yazarın düşünsel ve ruhsal dünyasını, kitabın edebi ve düşsel yapısını kavrayarak yapılır. O yazarın üslubunu kendinin kılman, giderek o kitaplardaki karakterlerin suretine bürünmen gerekir. Her yazar önünüze ayrı bir dünya serer. Kim bilir kaç ruha büründüm, kaç renge girdim? Bazen tek bir kitapta bile farklı kılıklara girersin. Bir Dr. Jekyll olursun, bir Bay Hyde!

‘ÇEVİRİ ELEŞTİRİSİNİN GELİŞMESİ GEREK’

- “Çeviri uğraşı, zaman içinde sürüp giden bir yarış biraz da…”3 diyorsunuz bir denemenizde. Aynı yapıtın başka çevirileri de dikkate alınabilir bu yarışta ne ki asıl kendimizle bir yarış bence. Çevirdiğiniz çocuk kitaplarına bakınca bu bağlamda ne düşünüyorsunuz?

Özellikle klasikler, başka bir deyişle telif hakları ortadan kalkmış kitaplar söz konusu olduğunda, o kitabı herkes çevirebilir, her yayınevi yayımlayabilir. Bu da bir yarıştır kuşkusuz. Hangi çevirinin daha iyi olduğuna önünde sonunda okurlar ya da eleştirmenler karar verir. Bizde yayımlanan kitapların büyük bölümünün çeviri olduğu düşünülürse, çeviri eleştirisinin gelişmesi gerektiği kanısındayım.

Ama dediğiniz gibi, çeviri uğraşı aynı zamanda kendinle de bir yarış. Acemilikten ustalığa doğru evrilen bir yarış. Örneğin, bir çocuk kitabının ruhunu zamanla daha iyi kavrıyorsun, “daha Türkçe” çeviriyorsun.

- “Şimdi çevirsem nasıl çeviririm acaba?” sorusu dolaştı mı aklınızda? Öyleyse hangi yapıt için?

Bu soru aklımdan her zaman geçer. Aslında hiçbir çevirinin sonu yoktur. Hiçbir çeviri mutlak değildir. Her ele alışınızda şu ya da bu ölçüde değiştirebilirsiniz. Daha iyi, daha doğru ya da daha farklı çevirebilirsiniz. Mükemmel çeviri yoktur. Kaldı ki, “mükemmel” diye bir şey yoktur.

Bir de kimi çeviriler eskir. Ya dili bakımından eskir ya da çevirmenin yazarı kavrayışı bakımından. O yüzden, aradan uzun zaman geçmişse, bazı çevirileri elden geçirmekte yarar vardır. Sözgelimi, George Thomson’ın 1980’lerin başlarında çevirdiğim Tarihöncesi Ege’sini yeni basımlarında yeniden gözden geçirerek yayımladım.

- “Anılar deyince…” diyorsunuz. “Çevirdiğim kitapların çevresinde bir yaşanmışlık oluştuğunu fark ediyorum.”4 Çocuk yazını türündeki çeviri çalışmaları sırasında da anılar oluşmuştur. Birini istesem…

James Joyce’un 1936 Ağustos’unda dört yaşındaki torunu Stephen’a yazdığı mektuptan kitaplaştırılan Kedi ile Şeytan’ı çeviriyordum. O sıralar Normandiya kıyısındaki Villers-sur-Mer kasabasında kalan Joyce, mektubunda, yörenin Fransız folklorundan bir masalı kendine özgü nüktedanlığını da katarak anlatıyordu. Masal, Loire nehri kıyısında küçük bir kasabada, Beaugency’de geçiyordu. Kasabalıların nehrin bir yakasından öbür yakasına geçtikleri bir köprü vardı. Masalın sonuna doğru Şeytan köprünün bir ucundan kasaba halkına Fransızca bağırıyordu. Doğru çevirebilmek için hemen telefona sarıldım, iyi Fransızca bilen yakın bir dostumu aradım. Masalı biraz anlattıktan sonra, tam Şeytan’ın Fransızca sözlerini soracaktım ki dostum gülmeye başladı:

“Ben şu anda Beaugency köprüsünün tam üstünde duruyorum! Elimde de o masalın anlatıldığı bir kitap var!”

‘ROALD DAHL MÜTHİŞ BİR YAZAR!’

- Beş yapıtını çevirdiğiniz Roald Dahl’ın sizde farklı bir yeri olduğunu biliyoruz. Ve dört yapıtını çocuklarımıza armağan ettiğiniz Howard Griffiths… Okuduğunuz, belki çeviri sırasına aldığınız, çevirdiğiniz yapıtlar arasında “Ben yazsaydım!” dediğiniz oldu mu?

Roald Dahl müthiş bir yazar. Elbette dünyayı tozpembe gösteren çocuk kitapları geleneğini yerle bir ettiği için. Orkestra şefi Howard Griffiths’in kitapları da çok keyiflidir; müziği çocuklara eğlenceli bir anlatımla sevdirir. Onun kitaplarını hem eğlenerek hem de müziği öğrenerek (!) çevirmişimdir. Ama çevirirken “Keşke ben yazsaydım!” dediğim bir kitap olmadı. Daha çok, “Keşke ben çevirseydim!” dediğim kitaplar oldu. Örneğin, Küçük Prens ya da Alice Harikalar Diyarında.

‘AH BİTMESE!’

- Çevirdikçe hoşunuza giden, kendinizi kaptırdıklarınız da vardır/ çoktur bana kalırsa… Onları da söyleseniz. Özellikle, “Ah, bitmese!” dediğiniz / ayrılamadığınız çocuk kitabı desem…

Çocuklar, gençler ve yetişkinler arasındaki sınırları yok eden kitapları çok severim. Bu tür kitaplar, kuşkusuz, farklı yaşlarda insanlara farklı tatlar verir, onlarda farklı duygular ve düşünceler uyandırır ama hepsi de vurulur böyle kitaplara. Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i, Mark Twain’in Tom Sawyer’ı, hatta George Orwell’in Hayvan Çiftliği ilk aklıma gelenler.

Hele Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında adlı yapıtı; bütün o sözcük ve mantık oyunları ve akıllara durgunluk veren düşlemleriyle hem çocukların hem de yetişkinlerin gözdesi değil midir? Hiç kuşku yok ki Stevenson’ın Define Adası adlı romanı da bu tür kitaplardandır.

Dr. Jekyll ile Bay Hyde Stevenson’ın gece karabasanlarının bir ürünü ise, Define Adası da gündüz düşlerinin yaratısıdır. Üvey oğlu Lloyd’la aralarında bir oyun olarak doğan bu serüven romanı o gün bugündür yediden yetmişe tüm okurları büyülüyor.

Nerdeyse hepimiz imgelemimizdeki korsan imgesini bu romandaki karakterlere, en çok da omzundaki papağanı ve tahta bacağıyla Kaptan Silver’a borçluyuz. Define Adası, çevirinin sonuna geldiğimde “Ah bitmese!” dediğim birkaç kitaptan biridir.

- Andrew Clements, C. Nöslinger, Roald Dahl, J. K. Rowling… Çocuk yazını türünde “bütün yapıtları”nı çevirmek istediğiniz yazarı da sormak isterim.

Bir yazarın tüm yapıtlarının onun üslubunu kavramış tek bir çevirmenin elinden çıkmasını her zaman savunmuşumdur. Ama bu, yayın dünyasının koşullarında pek mümkün olmuyor. Gene de H. G. Wells’in altı kitabını çevirdim. Çocuk edebiyatına gelirsek, Roald Dahl’ın beş kitabını Türkçeleştirdim. Fena sayılmaz. Ama Dahl’ın tüm yapıtlarını çevirmek isterdim.

EHLİLEŞTİRMEK Mİ?

- Söz bir kez daha Roald Dahl’a gelince şunu da sormak isterim: Son zamanlarda Batı’da, özellikle İngiltere’de bazı yazarların kitapları gözden geçirilerek “günümüz okurları açısından aşağılayıcı, kırıcı ya da yakışıksız” bulunan kimi sözcükler, sıfatlar ve deyimler yeniden yazılıyor.

“Evcilleştirilmeye” çalışılan bu yazarların başında da bildiğim kadarıyla Roald Dahl geliyor. Ne diyorsunuz?

Dahl’ın beş kitabının çevirmeni olarak bu tuhaf olayı büyük bir şaşkınlık, biraz da öfke içinde izlerken, gülümsemeden de edemiyorum. Bir kere, bence bu gerçek bir sansür. “Modern okurlara daha uygun kılınmak üzere güncelleme” adı altında yapılan bu işlem devlet eliyle değil de yayınevleri ve editörler tarafından kalkışılan bir sansür uygulaması.

Dahl, böyle bir şey olabileceğini daha sağlığında kestirmiş ve bakın ne demiş: “Ben öldükten sonra böyle bir şey yaparlarsa, dilerim yüce Thor o koca çekicini kafalarına indirir! Olmazsa, onları, yutup mideye indirsin diye İrikıyım Timsah’a gönderirim!”

- Bu türden “ehlileştirmeler” pek çok anlaşılan.

İstemediğiniz kadar! Birkaçını sıralamak isterim: Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki obur Augustus Gloop’a “şişman” demeyeceksiniz. “Şişman” aşağılayıcı bir sıfat! İster istemez Ülkü Tamer’in ünlü dizesi geliyor aklıma: “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten…”

Bay ve Bayan Kıl kitabında geçen “acayip bir Afrika dili” sözünden “acayip” sözcüğünü çıkaracaksınız. Akılları sıra, Afrika’ya, Afrikalılara, Afrika dillerine karşı küçümseyici ve dışlayıcı bir yaklaşımı düzeltmeye çalışıyorlar. Oysa bir yazarın kişilerine yakıştırdığı, söylettiği sözler onların karakterini, dünyaya, hayata bakışını yansıtır okura. O sözleri değiştirip düzeltirseniz, edebiyatta saçma sapan bir “temizlik harekâtı” başlatmış olursunuz.

Dahl’ın kitaplarında kullandığı “deli”, “kaçık” gibi sözcükleri çıkarıp atacaksınız. Bunlar “akıl sağlığı” etiği açısından etik değil. Eh, ne diyelim, Allah akıl fikir ihsan eylesin…

İrikıyım Timsah’ta geçen, “Biz küçük oğlanları ve küçük kızları yeriz.” sözünü “Biz küçük çocukları yeriz.” diye değiştireceksiniz. Değiştirmezseniz cinsiyet ayrımcılığı yapmış olursunuz! Gel de İrikıyım Timsah’a anlat! Kolaysa!

‘EHİL’ VE ‘NEZİH’ BİR DİL MİDİR İSTENEN?

- Çocuklara gerçeğin dışında, “arınmış” bir dünya sunmak ne denli doğru?

Çocuklar için kitap yazarken çok duyarlı olmak gerektiği kesin ama çocukların çok zeki olduklarını, düş gücünün uçsuz bucaksız zenginliklerine çoğu zaman yetişkinlerden daha açık olduklarını da unutmamalı. Kaldı ki yumuşak başlı, evcimen çocuk edebiyatını kökten değiştiren Dahl’ın kitapları bugün milyonlarca çocuk tarafından okunuyor. Evet, Dahl barışık, halim selim bir yazar değil, alışılmış kuralları kıran, uzlaşmaz bir yazar. Çocuklara tozpembe bir dünya sunmuyor ama görebildiğim kadarıyla çocuklar onu çok seviyorlar. Onun sıra dışı, delibozuk öykülerini okurken çok eğleniyorlar. Üstelik gerçek dünyayı ve hayatı daha iyi tanıyorlar…

Dahası var. Dahl’ın kitaplarındaki birtakım sözler ve sözcüklerin değiştirilmesi her şeyden önce ifade özgürlüğünü ayaklar altına alan bir girişim değil mi? Yazarın yaratıcılığı yok edilmekle kalmıyor, yapıtların anlam bütünlüğü de iğdiş ediliyor. Onun kullandığı asi ve yabancı dil, yaptığı keskin mizah, hayata ve topluma aykırı bakışının ayrılmaz bir parçası. O yüzden, o dili değiştirmek, “nezihleştirmek”, günümüz için “sorunsuz kılmak”, o yapıtların içini boşaltmaktan başka bir şey değil.

Aynı işlemin Shakespeare’in, Dickens’ın, Dostoyevski’nin yapıtlarına da uygulandığını düşünün. Geriye edebiyat diye bir şey kalır mı?

BUNCA YILDIR TUTKUYLA OKUNUYOR

- Her çeviride metnin aslı bir şeyler yitirir mi? Çevirmenin yeni dilde metne kattıkları bu durumu dengeleyebilir mi? Ya da daha iyi bir yere mi taşır metni? Özellikle çok severek/ hayranlıkla okuduğumuz Roald Dahl öyküleri bağlamında bakınca neler söylersiniz?

Bambaşka bir yapısı olan bir dilde düşünen, çok farklı olanaklar barındıran bir dilde yazan; apayrı bir toplum, dönem ve ortamda yetişmiş, yaşamış bir yazar başka bir dile çevrildiğinde özgün metnin bir şeyler yitirmemesi mümkün mü?

Ama iki dilde de bilgili, donanımlı, birikimli, duyarlı bir çevirmen bu kaybı daha aza, belki en aza indirebilir. Aynı şey Roald Dahl için de geçerli. Bunca yıldır Türkçede tutkuyla okunuyor. Demek kayıp çok fazla değil!

Fotoğraf: VEDAT ARIK

- Birçok başarılı çevirmenin, kendi şiirini / öyküsünü çeviriye sunduğu/ orada kullandığı, kendi edebiyatına zaman bulamadığı da bir gerçektir. Böyle bir duygunuz oldu mu? Ya da çeviri bütünüyle mutlu etti sizi… Ne dersiniz?

Doğru, kendi şiirini, öyküsünü, romanını yazmak pek çok çevirmenin aklından geçer. Bazıları gerçekleştirir de bunu. Bazıları da gerçekleştiremez. Bu yalnızca zaman bulamamakla ilgili bir şey değil. Kimi zaman yazarsınız ama yazdıklarınızı yeterli bulmazsınız. Kimi zaman yazmaya cesaret edemezsiniz. Kimi zaman da kendinizde yazma tutkusunu bulamazsınız. Kişiye göre değişir.

Ben de ancak onca yıl sonra kaleme sarılmaya cesaret edebildim. Bir iki yıldır kafamda gezdirdiğim kısa hikâyeleri kâğıda döküyorum. Tamamlanmasına az kaldı!

‘DİL ÖZENSİZLİĞİ ÇOK RAHATSIZ EDİCİ’

- Çevirmen olmanın etkisiyle çeviri yapıtları okurken çeviri hataları, dil yanlışları, lezzetsiz çeviri vb. nedenlerle tadınızın kaçtığı oluyor mu?

Yaramı deştiniz. Kuşkusuz, çok iyi, çok yetkin çevirmenler var. Ama son dönemde, izleyebildiğim kadarıyla, çeviri yapıtların önemli bir bölümü hatalardan, dil yanlışlarından geçilmiyor. Yalnızca çeviriler mi, telif yapıtlar da. Bu konuda çok yazdım, pek çok örnek de verdim. Burada yinelersem, bu söyleşiye sığmaz.

Türkçe düşünüp Türkçe yazıyorsak, bu dili iyi bilmemiz, dilin inceliklerinin sırrına varmamız gerekmez mi? Hele söz konusu olan edebiyatsa. Ben, konusu ne olursa olsun, bir romanda, bir öyküde dil ve üslubun belirleyici olduğu kanısındayım. Yazar, ne yazarsa yazsın, dille yazar, belki de bir dili yazar. Kaldı ki bir dil de, o dilde yazan, o dili iyi kullanan yazarlarla oluşur, zenginleşir biraz da.

Evet, günümüzde kimi yazarlar ve çevirmenlerin dil özensizliği beni çok rahatsız ediyor. Kullandıkları dilin savrukluğu, kötülüğü yazdıklarını okunmaz kılıyor, edebiyat olmaktan uzaklaştırıyor. Cioran, “İnsan bir ülkede yaşamaz, bir dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, başka bir ülke yoktur.” derken ne kadar haklıymış.

Kanımca, bu gerileme, son dönemde Türkiye’nin dilinin tutulmasının, dilinde yaşamamasının bir sonucu!

YAZARI SİLİP ATMADAN…

- Çeviren, Türkçe söyleyen, Türkçeleştiren… Sizin seçiminiz hangisi?

Can Yücel, “Çeviri denen uğraş başka bir dilde yeniden yaratmak, yeniden patlatmaktır.” demişti. Gerçi bu sözde doğruluk payı yok değil ama Türkçe ustası Can Yücel bence ayrıksı bir örnek. Yıllar önce Shakespeare’den yaptığı Bahar Noktası çevirisini yayımlarken kitabın kapağında “Türkçe söyleyen” ya da “Türkçeleştiren” de dememiş, “William Shakespeare-Can Yücel” demeyi yeğlemiştim.

Ben, daha çok, çevirmenin çevirdiği yazarın kılığına bürünmesinden, onun üslubunu elden geldiğince korumaya özen göstermesinden yanayım. Bir söyleşide, çevirmenin, mitologyadaki Proteus’a, dilediği biçime bürünebilen o yaşlı kâhine benzetilebileceğini söylemiştim.

Ama yazarın metnini kendi dilimizde oluşturabilmemiz için belirli bir özgürlükten, serbestlikten de yararlanabilmeliyiz. Çevirmen, yazarı silip atmadan, kendi yazarlığına soyunmadan, “sadakat” ile “ihanet” arasında bir ip cambazı gibi yürüyebilmeli bence.

- Çevirdiklerinize, yayımlandıktan sonra dönüp bakar mısınız?

Dönüp bakarım tabii. Biraz da bir yanlış olmuş mu korkusuyla! Ama bilgisayarda (eskiden daktiloda) yazıp yayınevine yolladığınız metin, basıldığı zaman, sanki bambaşka bir şey olur, daha doğrusu kitap olur. Basılıp geldi mi, kitabın keyfini sürersiniz…

- 1960’ların ikinci yarısından bu yana çeviri çalışmaları içindesiniz. 1980’in karanlık yıllarında çevirileriniz takma adlarla yayımlandı. Bütün bu süreçte sizi üzen ve çok mutlu olduğunuz kimi anlardan söz etmenizi istesem.

Türkiye gibi sansürler ve baskılardan geçilmeyen ülkelerde takma ad kullanan yazarlar ve çevirmenlerden de geçilmez. Bu ülkede Marksist yapıtları Türkçeye kazandırmaya çalışan pek çok çevirmen ve yayıncı ağır bedeller ödedi. Yalnızca 1980’lerde değil, 1970’lerde de bazı çevirilerde takma ad kullanmak zorunda kaldım.

Nadine Gordimer’ın bir sözünü hiç unutmam: “Sansür, onu yaşamış olanlar için hiç bitmez. Düşgücüne vurulmuş bir damgadır sansür, onu yaşamış olanı sonsuza dek etkiler…” Ama baskılara karşı gene o düşgücüne sığınırsın, onları düşgücünle aşarsın.

Türkiye’de Mustafa Suphi’den bu yana Komünist Manifesto’nun başına gelenler koskoca bir kitap olur. Can Yayınları’ndan çıkan Komünist Manifesto’nun önsözünde ayrıntılı bir biçimde yazdım bunu.

- Özellikle dinsel dogmanın ve siyasal erkin baskısı altında; özgür düşünmenin, tartışmanın uzağına savrulmuş hallerimize bakınca çeviride sizi en çok zorlayan ne oldu? Ya da zorlandığınız oldu mu bu yüzden? Öyleyse bu sorunu nasıl aştınız?

Mutlaka zorlanmışımdır. En çok da baskının, sansürün nereden geleceğini bilmediğim durumlarda. İnsan evladı bir tuhaftır; bir bakarsın, çalıştığın gazeteden gelmiş sansür. Çeviride ise bu konuda zorlandığımı söyleyemem. Hiçbir otosansür uygulamadan yaptım çevirilerimi.

- Son olarak “Keşke”lerinizi ve “iyi ki”lerinizi de sormak geldi içimden. “İyi ki çeviri alanına yelken açmışım, keşke yalnızca ve daha çok çeviri yapsaydım…” vb.

“Keşke” dediğiniz zaman, iş işten geçmiş demektir. “İyi ki”leri yeğlerim…

Türkçemize, dünya yazınından dünyamıza taşıdığınız yapıtlara emeğiniz ve yanıtlarınız için teşekkür ederim.

1 Bir Çevirgenin Notları, Celal Üster, deneme, Can Yayınları, 2. Basım: Mayıs 2019, s.87

2 agy, s.98 (Aslı Çevirisine Sadık Değil!)

3 agy, s.101

4 agy, s.12

Fotoğraf: VEDAT ARIK

CELÂL ÜSTER: 1947’de İstanbul’da doğdu. İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy’nin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.

G. Thomson’ın “Tarihöncesi Ege” adlı yapıtının çevirisiyle 1983’te Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü’ne değer görüldü.

Başta İzlerimiz, Yeni D?ergi, Yeni Adımlar, Aries, Sözcükler, Notos… dergilerde çevirileri yayımlandı.

Çok sayıda dergi, gazete, ansiklopedi ve yayınevinde editörlük, yönetmenlik yaptı. Yeryüzü Kitaplığı adlı köşe yazılarıyla çeşitli gazetelerde yer aldı.

Eski çağlardan günümüze ünlü yazar ve düşünürlerden özlü sözleri “Sözün Özü”, eski ozanlardan sevda şiirlerini “Aşk Olsun” adlı kitaplarda bir araya getirdi. “İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları” adlı bir seçki hazırladı. “Körün Taşı” ve “Bir ‘Çevirgen’in Notları” adlı kitapları yayımlandı.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
ANKET TÜMÜ
ARŞİV ARAMA
PUAN DURUMU TÜMÜ