Cerca da Graça Bahçesi’nde arkadaşım Rita ile otururken ona sahaftan aldığım kitabı gösteriyorum. Byron, Shelley ve Keats’ten seçme şiirler içeren sarı kapaklı bir kitap. O sırada güneş batmakta. Bahçe aynı zamanda Lizbon’un en güzel seyir noktalarından birine açılıyor. Yüzü manzaraya dönük bronz bir büst gösteriyor Rita, “Madem şiir seviyorsun” diyerek beni kolumdan tutup şairin adıyla onurlandırılmış seyir noktasına götürüyor: Sophia de Mello Breyner Andresen.
20. yüzyıl Portekiz şiirinin en önemli isimlerinden biri olan Sophia de Mello Breyner Andresen, Camoes Ödülü’ne layık görüldü. Şiirlerinde Salazar’ı “yaşlı akbaba” olarak betimledi. Siyasi Mahkûmlara Destek Ulusal Komisyonu’nun kurucusu ve Sosyalist Parti meclis üyesiydi. Aristokrat bir aileden geliyordu ancak onların dünyasını da eleştirmekten geri kalmıyordu. Arkadaşları, biraz da buna içerlemiş gibi, o bildiği dünyanın içinden geldiği halde nasıl böyle şeyler söyleyebildiğine şaşırdılar. “İçinden geldiğim dünyanın bir içi yok, yalnızca dışı var” diye yanıtlayacaktı onları.
Sonbahar yaklaştığı için mi nedir bilmem, sanki her manzarada gözlerim doluyor. Şiir, dünyada olup biteni kavrayabilmenin en zengin yolu olabilir mi diye basit bir soru var aklımda. Sophia şiirle olan ilişkisine ilişkin sözleriyle sorumu da yanıtlamış oluyor: “Şiir; evreni anlama biçimim, evreni bir şeylerle ilişkilendirme tarzım, gerçekliğe sesler ve imgelerle katılımım. Bu yüzden benim şiirim ideal bir yaşamdan değil, somut bir insandan bahseder: Bir pencerenin açısından, sokakların tınısından, şehirler ve odalardan, bir duvarın gölgesinden, simadan, yıldızların sessizliğinden, uzaklığı ve parlaklığından, gecenin nefesinden, ıhlamur ve kekik kokusundan.”
Tam bu sözleri okurken burnunuza kekik kokusu gelmesini psikolojik nedenlere dayandırabiliriz elbette ama ya gerçekse? Şiir, düşle gerçeğin arasında incecik bir ağ örüyor, ikisi arasında hafif darbelerle sekerek yaşamın daha katlanılabilir yanlarını basitçe keşfediyoruz.
YAŞAMI ŞİİRLE ANLAMAK
Sophia, kocaman bahçeli evde koşturduğu çocukluk yıllarında eşyaların güzelliğine kapılıyor ve onları tarif etmenin yollarını arıyordu. “Eve döner gibi şiire döneceğim/ Yurt gibi/ İhmal yüzünden kaybettiğim eski çocukluğuma döner gibi/ Her şeyin özünü inatla aramak için/ Ve binlerce ışığın altında tutkuyla haykırmak için.”
Çocukluk tam da her şeyin özünü görebilme yeteneğiyle ilgiliydi. Kentin duyguları harekete geçiren kuvvetine teslim olmak ve bir duvar çiçeğinde aniden beliren şiire kavuşmakla ilgili. Şiirindeki özgün melodiyi hissedebiliyorduk çünkü onu daha en baştan bir “şey” olarak görmemişti. “Edebiyatı bilmeden şiiri bulmuştum. Şiirin kimse tarafından yazılmadığını, kendi başına var olduğunu, doğanın bir unsuru gibi olduğunu, içkin olduğunu düşünüyordum” diyordu.
Şehir, her dönemeçte şaire bir oyun, bir hikâye, bir şiir sunuyordu. Şehir, şairin ellerinde nefes alıp veren, şişip sönen, onu farklı mekânsal kılıklarda kucaklayan bir organizmaya dönüşüyordu. Aklıma yazar Aslı Erdoğan’ın Mucizevi Mandarin’de yazdığı söz geliyor: “Bir şehir, ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya başlar.”
Kent gözlerimizin önünde renk renk solarken sevdiklerimden uzakta olduğumu ama yeni sevgiler yaratmaya başladığımı hissediyorum. Rita’ya soruyorum, “Lizbon’u yazmış mı?” Yazmış tabii, işte burada;
“Lizbon, varlık ve yokluk arasında bir adla/ Hayret, uykusuzluk ve teneke dolu kıvrımlarıyla/ Ve bir tiyatro dekoru gibi gizli pırıltısıyla/ Entrika ve maske dolu hilekâr gülüşüyle / Batıya doğru genişleyen engin denizler boyunca/ Büyük bir gemi gibi salınarak Lizbon/ Kendi yokluğu boyunca acımasızca inşa edilmiş Lizbon/ Şehrin adını söylüyorum/ Görmek için söylüyorum.”